Covid-19 salgınına neden olan SARS-CoV-2 virüsünün, 2019 yılında, Çin'in
Wuhan kentindeki balık pazarından dünyaya yayıldığı düşünülmektedir. Bahsi
geçen pazarda sadece deniz ürünleri değil, aynı zamanda vahşi hayvan etleri de
satılmaktadır. Bu Pazar, salgının ardından kapatılmıştır. SARS-CoV-2 virüsünün,
diğer koronavirüsler gibi yarasalardan kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Bilim
insanları, yarasalardaki bu virüsün insanlara başka bir taşıyıcı hayvandan,
muhtemelen bir karıncayiyenin etinden veya Wuhan Balık Pazarı'nda satılan başka
bir hayvanın eti yoluyla bulaştığını düşünmektedir (Readfearn, 2020).
Bir başka iddiada ise, salgının, Wuhan’da bir endüstriyel hayvancılık
işletmesinden çıktığı bildirilmiştir. İddiaya göre, Hubei vilayetinde
milyonlarca domuzun yetiştirildiği dört büyük endüstriyel hayvancılık tesisinde
daha önce salgınların ortaya çıktığı ve büyük ihtimalle de SARS-CoV-2’nin
buralardan kaynaklanmış olduğu görüşü hakimdir (Grain, 2020). Covid-19, kaynağı
ne olursa olsun “zoonotik” yani hayvanlardan insanlara bulaşan bir hastalıktır.
Son yıllarda zoonotik hastalıkların sayısındaki hızlı artış endişe vericidir.
HIV, Ebola virüsü, kuş gribi, domuz gribi, SARS ve MERS son 40 yılda meydana
gelen başlıca zoonotik hastalıklardandır. Bunlarla birlikte hayvan kaynaklı
salgınların çeşidi de oldukça fazladır. Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü'nün
istatistiklerine göre, her dört ayda bir insanlara bulaşabilen yeni bir
bulaşıcı hastalık ortaya çıkmaktadır. Bu hastalıkların yüzde 75'i hayvanlardan
insanlara bulaşmaktadır (United Nations, 2020a).
Zoonotik hastalıkların sayısındaki artışın, gıda sisteminin büyüme
baskısından kaynaklandığı öne sürülmektedir. Bu görüşe göre, artan dünya nüfusu
sanayileşmiş tarım uygulamalarına yönelmiş ve alternatif gıda arayışlarına
girmiştir. Çin'in gelişimi de bu yönde ilerlemektedir. Ülkenin endüstriyel
hayvancılığı hızla büyüme ile beraber vahşi hayvancılığa da izin verilmektedir.
Vahşi hayvan yetiştiriciliği, tartışmalı bir tarımsal faaliyettir. Yabani
hayvancılığın tür çeşitliliği için de bir tehdit oluşturduğu ve zoonotik
hastalıklara kapı açtığı da öne sürülmektedir. Çin'de vahşi hayvancılık oldukça
yaygındır. Çünkü vahşi hayvan eti, ülkede “lüks gıda” olarak kabul edilmektedir
(Spinney, 2020). Ülkenin vahşi hayvan yetiştiriciliği pazarının 74 milyar
dolara ulaştığı raporlanmıştır (Beech, 2020).
Endüstriyel tarımın, Çin'de vahşi hayvan yetiştiriciliğinin yayılmasında
önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir. Çin devletinin geniş topraklarda
endüstriyel tarımı desteklediği ve bu durumun küçük ölçekli çiftçileri,
topraklarını terk etmeye zorladığı belirlenmiştir. Topraklarını kaybeden küçük
çiftçiler, vahşi hayvanların yetiştirilmesi ile uğraşmak zorunda kalmaktadır.
Bununla birlikte küçük ölçekli çiftçiler zamanla vahşi hayvanları yetiştirmek
için arazi bulmakta zorlanmışlardır. Böylelikle ormanlara yakın alanlarda üreme
faaliyetlerine başlanmıştır. Yaşanan bu durum ise hem çiftçilerin hem de çiftlik
hayvanlarının virüs taşıyan diğer vahşi hayvanlarla temasını artırmıştır
(Spinney, 2020).
Endüstriyel ıslah uygulamalarının zoonozlara yol açtığı da uzun zamandır
öne sürülmektedir. Endüstriyel hayvancılık, özellikle Asya bölgesinde büyük bir
hızla gelişmektedir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO)
verilerine göre, endüstriyel hayvancılık şirketleri kanatlı ürünlerinin yüzde 74'ünü,
yumurtaların yüzde 68'ini ve domuz etinin, yüzde 40'ını karşılamaktadır (FAO,
2020a). 2050 yılına gelindiğinde, dünya nüfusunun 10 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir.
Kentleşme ve refahın artması ile beraber protein talebinin de artırması beklenmektedir.
Artan talebi karşılamak için sanayileşmiş hayvancılık uygulamaları giderek daha
yaygın hale gelmektedir (Fatke, 2013). Bu uygulamalar üretkenliği ve
beraberinde üretimi büyük ölçüde artırmaktadır. Ancak etkinliği artırmak için
kullanılan yöntemlerin zoonozlara neden olduğu sıklıkla söylenmektedir. Bu
uygulamaların biyoçeşitliliği etkilediğine ve hayvanların genetiğinin
birbirinin kopyası haline geldiğine dikkat çekilmektedir. Patojenik virüsler,
genetik olarak benzer ve dar alanlara hapsedilmiş hayvanlar arasında hızla
yayılabilmekte ve bu yolla virüsler insanlara da bulaşabilmektedir (Spinney,
2020). Ayrıca, hayvanların büyümesini desteklemek amacıyla kullanılan
antibiyotiklerin de zoonoz hastalıklara karşı yürütülen tedavi sürecini
zorlaştırdığı belirtilmektedir (Fatke, 2013).
Endüstriyel besiciliğin ise tarım arazilerini, hayvanları ve başta su
olmak üzere doğal kaynakları suiistimal ettiğine; çevre kirliliğine neden
olduğuna ve sürdürülemez olduğuna işaret edilmektedir (Good, 2019). Bazı görüşlere
göre, tesislerin sıkı bir şekilde kontrol edilmesi ve hatta yasaklanmasının, gezegene
saygılı ve sürdürülebilir üretim mantığı için gerekli olduğu düşünülmektedir
(Agrinatura, 2020; Food And Water Watch, 2020).
Tüm salgın türlerine dirençli bireyler için beslenme şekilleri de değiştirilmelidir.
Covid-19 krizi gibi krizlerde bağışıklık sistemi güçlü bireylerin çok olması
oldukça önemlidir. Küresel gıda sisteminde dünya nüfusunun çoğunluğunun
güvenilir gıdaya yaygın olarak ulaşamadığı ortaya konulmuştur. Salgından en çok
etkilenen kişiler ise; kronik solunum hastalığı, diyabet, kardiyovasküler
hastalık veya obezite sorunu olan ya da 65 yaş üstü kişilerdir. Bu tür
hastalıkları olan kişilerin uzun dönemde yoğun bakıma ihtiyacı doğmuştur ve
birçoğu da bu mücadelede yaşamını yitirmiştir.
Bu süreç zarfında yapılan araştırmalar, beslenme ve bağışıklık sistemi arasında
bir bağlantı olduğunu ortaya koymaktadır. Yeterli enerji, protein ve bazı vitaminlerin
alınması, bağışıklık fonksiyonunun korunması adına çok önemlidir. Çok fazla
veya eksik beslenme, kronik hastalıklara yol açabilmektedir. Dünyada 2 milyar
insanın gıda güvenliğinden yoksun olmasına rağmen, 672 milyon yetişkin obezitedir
(FAO, 2019). Amerika Birleşik Devletleri'nde obez hastaların, salgının neden
olduğu ciddi hastalığa yakalanma olasılığının 2,2 kat daha fazla olduğu tespit
edilmiştir. İngiltere’de yoğun bakım ünitesindeki Covid-19 hastalarının yüzde 72,7'sinin
obez olduğu açıklanmıştır. Tip2 diyabet hastalarının koronavirüsten ölme
olasılığının 10 kat daha yüksek olduğu belirlenmiştir (Malhotra, 2020). Yapılan
araştırmalar, yanlış ve sağlıksız beslenmenin insanları sadece salgın
hastalıklara karşı savunmasız hale getirmekle kalmayıp, yaşam kalitesini
düşürerek, dünya kaynaklarının hızla tükenmesine, çevre kirliliğine ve küresel
ısınmaya yol açtığını göstermiştir. EATLancet Komitesi tarafından Ocak 2019'da
yayınlanan bir raporda, bu tür bir beslenme tipinin asla sürdürülemez olduğu
belirtilmiştir. Üç yıllık bir çalışmanın sonunda yayınlanan ve dünya nüfusunun
10 milyara ulaşacağı varsayımına dayanan rapor, gıda sistemini sürdürülebilir
kılmak ve insanların küresel yükünü azaltmak için diyetlerin kökten
değiştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. 16 ülkeden 37 bilim adamının
hazırladığı raporda; meyve, sebze, kuruyemiş ve fasulye tüketiminin iki katına
çıkarılması, şekerli gıda ve et ürünlerinin tüketiminin yarı yarıya azaltılması
önerilmiştir. Rapora göre, bu geçişi sağlamak için bilimsel hedefler
belirlenmeli; gıda sisteminin bu hedeflere ulaşması, sürdürülebilir ve esnek
olması için gerekli irade ortaya konulmalıdır. Raporda, dünya çapında sağlıklı
beslenme sağlanırsa, sağlıksız beslenmeye bağlı erken ölümlerin her yıl 11,1
milyon kişi azalabileceği belirtilmektedir (EAT, 2019).
Sağlıklı beslenme alışkanlıklarının yayılması, gıda üretimindeki israfı ve
verimsizliği de önleyebilmektedir. Kırmızı et üretimi, en çok israfın olduğu
alandır. Dünyadaki tarım arazilerinin yüzde 60'ı kırmızı et üretimi için
kullanılmaktadır (Union of Concerned Scientists, 2012). Öte yandan, kırmızı et, kalori ihtiyacının
ancak yüzde 2'sini karşılayabilmektedir. Hayvancılık endüstrisi, küresel sera
gazı emisyonlarının yüzde 14'ünü oluşturmaktadır. Tartışmalı emisyonların yüzde
44'ü metan gazıdır (FAO, 2020b). Kırmızı et üretimini artırmak amacıyla
ormanlar tahrip edilmiş ve bu alanlar meralara açılmıştır. Brezilya'da tropikal
yağmur ormanlarının yok edilmesinin ana nedeni, büyükbaş hayvan çiftlikleri
için arazi açma arzusudur (One Green Planet, 2014). Öte yandan, kırmızı et
tüketimi azaltılabilir ve beraberinde daha fazla fasulye tüketilirse yaklaşık 28,5
milyon kilometrekare tarım arazisine ihtiyaç kalmayacaktır (Stehfest, 2009). Bu
alan, Türkiye'nin yüzölçümünün 36 katından fazladır.
FAO, tüm dünyada diyette yaşanan değişiklikleri savunmakta ve bu sayede
beslenmeye bağlı hastalıkların ve hayvansal gıda üretiminin çevreye olan
etkisinin azalacağını ifade etmektedir. Literatürde gıda güvenliğini "çevre
güvenliği" başlığı altında ele aldığı görülmektedir. Farklı tanımlar olsa
da çevre güvenliği, ekosistemin bozulmasından kaynaklanan tehditlere
odaklanmaktadır (Zurlini ve Müller, 2008). Çevresel sorunlar birçok yönden
güvenlik sorunlarına da neden olmaktadır. İnsan güvenliği açısından dünyanın
birçok yerinde insan hayatını tehdit eden çevresel felaketlerin sayısı ve
yıkıcı gücü de artmaya devam etmektedir.
Bu potansiyel tehditler, dünya nüfusunun artışına paralel olarak kentleşmedeki
artış; tatlı su kaynaklarının hızlıca azalması ve kirlenmesi, ekilebilir arazilerin
ve ormanların azaltılması beraberinde artan sera gazı emisyonları ve artan hava
kirliliği; küresel ısınmanın kontrol altına alınamaması, buzulların erimesi,
aşırı iklim olaylarının sayısının ve etkisinin artması; bitki ve hayvan türleri
veya biyoçeşitliliğin azalması; denizlerin ve okyanusların kirlenmesi ve son
olarak özellikle hayvanlardan bulaşan hastalıklarda yani zoonozlardaki artış da
sıralanabilir (Ezeonu, 2000).
Gıda sistemleri ile çevre güvenliği arasındaki ilişki iki yönlüdür.
Yukarıda da bahsedildiği gibi çevre sorunları gıda güvenliğini de tehdit
etmektedir. Öte yandan, gıda üretim uygulamaları çevre güvenliğini de tehdit edebilmektedir.
Örneğin; tarlaları temizlemek için ormanlar yok edilebilmektedir. Aşırı
ilaçlama ve sulama, toprak verimliliğini azaltabilirken, çölleşmeye neden
olabilmektedir. Örneğin; dünya topraklarının yüzde 40'ı ve tatlı su
kaynaklarının yüzde 70'i tarım için kullanılmaktadır (Brooks, Deconinck ve
Giner, 2019). Tarımsal faaliyetler ise küresel anlamda sera gazı emisyonlarının
dörtte birini oluşturmaktadır (Ritchie ve Roser, 2020). Buna karşılık küresel
gıda sistemi, dünya nüfusunun gıdaya erişimini artırarak, ekosistem üzerindeki
baskıyı da bu yolla azaltabilecektir.
Sağlıklı beslenmeyi sağlayacak bir politikanın uygulanması, ülke
ekonomisindeki hastalık yükünü azaltılmasının yanı sıra yaşam kalitesinin
yükseltilmesini ve gıda kaynaklı çevre kirliliğinin azaltılmasını da sağlamaktadır.
EATLancet Komitesi, sağlıklı bir beslenme sistemine geçiş için beş aşamadan
oluşan bir strateji önermiştir (EAT, 2019).
Komite, ilk adımın, sağlıklı beslenmenin yeniden şekillendirilmesi
konusunda yerel ve uluslararası bir mutabakata varmaya çalışmak olduğuna inanmaktadır.
Bu adımda amaç, sağlıklı beslenmeyi eğitim ve bilinçlendirme yoluyla ulusal
norm haline getirmek olmalıdır. Ayrıca, bu adımda sağlıklı gıdaya erişim
fiziksel ve ekonomik olarak desteklenmelidir.
İkinci adımda, tarım sektörüne sağlıklı beslenme öncelikleri temelinde yol
gösterici çalışmalar yapılmalıdır. Bu adımda, gıda sektörü gerekli kalite ve
çeşitte sağlıklı besinler üretmeye teşvik edilmelidir.
Üçüncü adımda, yeni ihtiyaçlar ve sürdürülebilirlik ilkesi doğrultusunda
tarımsal üretimin artırılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Organik
tarımın teşviki, tarım arazisinin etkin kullanımı ve karbondioksit
emisyonlarının önlenmesi öncelikli olmalıdır.
Dördüncü basamakta ise, hem kara varlıklarının hem de deniz varlıklarının
ve tüm biyoçeşitliliğin sürdürülebilir kullanımı için uluslararası yönetim
sistemlerinin oluşturulması önerilmektedir.
Beşinci basamakta yani son adımda; gıda kaybını ve israfını yarı yarıya
azaltmak için çaba sarf edilmesi önerilmektedir. Çoğu gelişmiş ülkelerde olmak
üzere dünyada her yıl üretilen gıdanın yüzde 30'unun israf edildiğine işaret
edilmektedir (Hickel, 2019). Gıdalarda olan kayıplar ve israfın önlenmesi de
Birleşmiş Milletler'in kalkınma hedeflerinden biridir (United Nations, 2020b).
Gıda israfının önüne geçilirse ve fazla gıda daha adil dağıtılırsa
dünyadaki açlığın da sona erebileceğine inanılmaktadır. Gıda israfının sona
ermesi aşırı gıda üretimini sona erdirecek, tarım artık milyonlarca
kilometrekare araziye ihtiyaç duymayacak ve tarımsal karbondioksit emisyonları yüzde
8-10 oranında azalacaktır (Hickel, 2019). Bu konuda girişimlerde bulunulmuştur.
Avustralya'dan Hollanda ve Güney Kore'ye kadar birçok ülke gıda israfını
önlemek için önlemler almıştır. Bunlar ise, süpermarketlerin yiyecekleri
atmasını yasaklamak, yiyecek atık toplama mekanizmaları oluşturmak veya bu
alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarını desteklemek şeklindedir. Örneğin; bu
önlemlerin hayata geçirilmesi ile Güney Kore'nin başkenti Seul'de her gün 300
ton gıda israfı önlenmiştir (Lemos, 2019).