İnsanın varoluşu, hayatta kalma mücadelesinin eşsiz bir öyküsüdür. Gezegenimiz, binlerce yıl boyunca biyolojik değişimlere tanıklık etmiş ve insanlık, hayatta kalmak için büyük bir çaba harcamıştır. Bu mücadele, farklı uygarlıkların doğuşuna, bilimsel ve teknolojik gelişmelere, sosyal yapıların oluşumuna öncülük etmiştir. Ancak günümüzde neden sürdürülebilirlik konuşuyoruz? Sorunun basit bir cevabı var: Sürdürülemezlik.
İnsanlar, tarih boyunca yaşadıkları ekosistemleri değiştirme ve dönüştürme eğiliminde olmuşlardır. Bazı toplumlar doğayla uyumlu yaşam biçimleri oluşturmuşken, diğerleri ekosistemlerin tahribine neden olmuşlardır. Sanayi Devrimi ile birlikte Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da ortaya çıkan uygarlık, küresel sorunları beraberinde getirdi. Artık karşı karşıya olduğumuz sorunlar sadece yerel değil, küresel boyutta ortaya çıkmaktadır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz temel çatışma, ekosistemlerle ekonomik faaliyetler arasında ortaya çıkmaktadır. Doğal kaynakları, ekonomik büyümeyi destekleyen basit kaynaklar olarak görmekteyiz. Ancak günümüz ekonomik sistemi, materyal ve enerjiye bağımlı olarak büyüdüğü için bu kaynakları tüketmekten çekinmiyoruz. Her geçen gün daha fazla kaynağa ihtiyaç duyuyoruz ve bu ihtiyacı karşılamak giderek zorlaşıyor. Dünya Limit Aşım Günü, gezegenin doğal kaynak kapasitesini aştığımız günü her geçen sene daha da erkene çekiyor.
Özellikle 1960'lardan sonra ortaya çıkan yeni hareket ve bakış açıları, mevcut üretim ve tüketim biçimleriyle yaşamın sürdürülemeyeceğini vurguluyor. Politikacılar, iş insanları, çevreci aktivistler ve uluslararası kuruluşlar, 1990'lardan sonra dilinde sıkça geçen bir terimle bu sorunu ele alıyor: Sürdürülebilirlik.
"Sürdürülebilirlik," herkesin kafasında farklı bir tanım olmasına rağmen, basit bir şekilde "belli bir şeyin belli bir süre boyunca azalmadan kalabilmesi" olarak tanımlanabilir. Kavramın tarihsel gelişimine bakıldığında, 17. yüzyılda Alman muhasebeci Hans Carl von Carlowitz'in ormanları koruma konusundaki yazılarından başlayarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında çevre sorunlarının uluslararası politika gündemine gelmeye başladığı görülmektedir.
Büyümenin Limitleri raporu, 1972'de Stockholm'de düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı'nda çevresel sorunları tartışmak amacıyla toplandığında büyümenin sürdürülemeyeceği fikrini savunmuştu. Ancak Brundtland Raporu, büyümenin devam ettirilmesi gerektiğini savunarak sosyal eşitlik, ekonomik büyüme ve çevresel korumayı aynı anda gözeten bir yaklaşımı benimsemiştir.
1992'de Rio de Janeiro'da düzenlenen Yeryüzü Zirvesi, Gündem 21 eylem planını ve Sürdürülebilir Kalkınma için önemli uluslararası sözleşmeleri ortaya çıkardı. Ancak bu sözleşmelerin uygulanması uluslara bırakıldı ve gönüllülük esasına dayanıyordu. Bu noktada, sürdürülebilir kalkınma terimi popülerleşmeye başladı.
2000 yılında Birleşmiş Milletler, Binyıl Kalkınma Hedefleri'ni belirledi. 2015'e kadar gerçekleştirilmesi planlanan bu hedefler arasında çevresel sürdürülebilirlik de yer alıyordu. Ancak 2015'te bu hedeflerin yerini Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri aldı ve 2030'a kadar hayata geçirilmesi planlanan 17 hedef belirlendi.
Türkiye'nin bu uluslararası çabaları takip ettiği ve çevre konusunda önemli adımlar attığı görülmektedir. Ancak hala katılımı gereken bazı uluslararası sözleşmeler bulunmaktadır. Ayrıca, sürdürülebilirlik konusunda toplumsal farkındalık ve eğitim çalışmalarının daha da artırılması gerekmektedir.
Sürdürülebilirlik, sadece çevre sorunları ile ilgili bir konu değildir. Ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları da içermektedir. İnsanlar arasındaki eşitsizlikleri azaltmak, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak, iş güvencesi ve eğitim gibi konular da sürdürülebilirlik hedefleri arasında yer almaktadır. Sürdürülebilir kalkınma, tüm dünya vatandaşlarının ortak sorumluluğunu gerektiren bir hedeftir.